Bir süredir yapmak istediğim bir söyleşiydi ama işlerden fırsat bulamamıştım. Sonunda geçtiğimiz hafta İrem”in ayarladığı saatte Levent’ten metroya binip, Şişhane’den Kasımpaşa’ya doğru inen yolda insanlara sora sora bulmaya çalıştığım üstünde Tuzambarı yazan binaya girebildim. Burası 3000 metrekarelik bir alana yayılmış tamamen taştan oluşan ve eskiden Tekel tarafından tuz ambarı olarak kullanıldığı için bu adı alan büyük ve geniş bir bina. Binada Medina Turgul DDB’ye ait DDB&Co., Grafis, Profilm, Tribal DDB ve OMD yer almakta.
Kapıdaki görevli geldiğimi haber verdikten sonra Jeffi Medina’nın ofisine doğru Mesut’la birlikte yürümeye başlıyoruz. Demir konstrüksiyon merdivenden çıkıyoruz ve yaratıcı grubun bulunduğu alanın hemen üstünde bulunan ofisine giriyoruz. Sonrası yazının devamında.
Elma+Alt+Shift: 1993 yılında Manajans Thompson’daki genel müdürlük görevinizden ayrılarak, aynı yerde yaratıcı yönetmen olarak çalışan Yavuz Turgul’la birlikte Medina Turgul’u kurdunuz. Bu oluşum o dönem için riskli miydi? Yeni bir ajans fikri nasıl oluştu?
Jeffi Medina: Hiçbir riski yoktu. Başka bir şey yapmasını bilmiyorduk, ya film çekecektik, ya ajans kuracaktık. Doğrudan doğruya sinemaya girmek belki biraz daha riskli olurdu. Ama yıllardır yaptığımız reklamcılığı sürdürürsek en azından biraz para kazanma imkanımız olacağını düşündük ve ajansı açtık.
EAS: 1995 yılında DDB ile ortaklık nasıl gerçekleşti?
JM: Zaten biz ajansı 93 Kasım’ında kurduk, 94’ün başında ise DDB kapımızı çaldı. Uzun yıllar J. Walter Thompson’la çalışmış olduğumuz için biraz lokal kalmayı tercih ediyorduk. Yani kendi istediğimizi yapmayı biraz öngörüyorduk. Ama DDB gibi bir ajansı reddetmek de doğru olmazdı. Çünkü gerçekten o yıllarda ve şimdi de olduğu gibi kreativitenin zirvesinde bir ajanstı. Üstelik çok merkezi bir ajans değil, yani DDB’nin J. Walter Thompson’dan büyük farkı lokal kreativitiye çok önem vermesi. Bütün ülkelerde en kreatif adamları toplayıp, onlarla ortak olmaya çalışması esas nedenlerden biri.
EAS: Sizi de biliyorlardı zaten.
JM: Evet. Onlarla konuşmamız 8 ay sürdü. 95’in hemen başında, yani Ocak’ın birinci haftasında sözleşmeyi imzaladık.
EAS: Reklamcı olmaya karar verdiğiniz günden bu yana zorlukları, heyecanları, başarı veya başarısızlıklarıyla neler yaşadınız ve yaşıyorsunuz?
JM: Ben hiçbir zaman reklamcı olmaya karar vermedim. Nasıl reklamcı olduğumu da valla hatırlamıyorum artık. Ama kendi kendine oldu çünkü ben bu işe ses teknisyenliğinden başladım. Fakat sesçiyken aynı zamanda filmci de olmuş oluyoruz gibi algılandık. Sesçiysen filmden ne anlarsın, git film yap dediler. O büyük bir korku ama aynı zamanda büyük bir fırsat. Çünkü bugün kimse, eline kamera verip de git film çek diyecek durumda değil. Ama ben böyle bir şanstan geçtim. Tabii ki çok korktum. İlk birkaç filmde haddinden fazla terledim. Ama insan mecbur olunca bir şeyi öğreniyor ve yapıyor. Nitekim bir süre sonra reklam filmcisi oldum. Yani hem yönetiyordum, hem prodüksiyon yapıyordum. Sonra Manavizyon’u kurduk. Türkiye’deki ilk reklam prodüksiyon şirketiydi. Ama ondan sonra 80’li yılların başında Manavizyon’la birlikte reklam tarafına da geçtim. Niye ve nasıl geçtim onu hatırlamıyorum ama.
EAS: Ajanstaki bir gününüz nasıl geçiyor?
JM: Bütün günün nasıl geçtiğinin farkına varmıyorum çünkü değişik problemlerle geçiyor. En küçük problemden en büyüklerine kadar hepsi birer problem. Ama yıllarla, insan galiba argo tabiriyle yalama oluyor. Dolayısıyla bir şekilde çözülüyor. Sürekli şükreden bir insanım. Şu açıdan; reklamcı olmasaydım yine bir şekilde üreten bir adam olacaktım. Bu, sanayi üretiminden fikir üretimine kadar çok geniş bir şeyi kapsayabilir. Baktığım zaman etrafıma ve diğer tüm mesleklere, iyi bir mesleğim olduğunu düşünüyorum.
EAS: Evet, kesinlikle.
JM: Çünkü en azından, şimdi bunu okuyacak FMCG tarafından arkadaşlar vardır ama onlar alınmasınlar. Ama sabahtan akşama kadar, yıllardır bir sabunla uğraşmak herhalde beni öldürürdü. İşin gerçeği de bu. Kimi insan bundan zevk alıyor, bunu anlayabiliyorum. Ama bana göre değil.
EAS: Peki, reklamcılık kariyerinize ilk başladığınız dönem ile şimdiki arasında ne gibi farklar var?
JM: Şöyle söyleyeyim, benim bunu anlatmama gerek yok, Mad Men seyretsin insanlar, göreceklerdir. Çünkü temelde değişen hiçbir şey yok, gene bir fikir, bir müşteri, bir pazar.
EAS: Teknolojiyle doğru orantılı mı peki gelişimi?
JM: Teknolojiyle değil, teknoloji sonradan buna katılan bir takım enstrümanlar. Ama mesleğe başladığım zaman da bir kamera vardı, (kütüphanesindeki eski 35 mm kamerasını gösteriyor), bu kamera, milyonlarca metre film çekmiştir. Artık Allah’a yan bakıyor ama çok film çektim bununla. Bugün de 35 mm kameralarla çekiliyor veya dijital kameralarla çekiliyor. Önünde sonunda enstrüman aynı. Dolayısıyla bu değil önemli olan (kamerayı gösteriyor), şu (başını gösteriyor) beyin. Yani bir fikir varsa ortada o fikri de iyi işleyebiliyorsanız nasıl yapıldığı çok önemli değil. Bugün reklamcılık tamamen şekil değiştiriyor. Aslına bakılırsa şekil falan değiştirmiyor. Bir bakış açısı değişikliği ve farklı enstrümanlar var. İşin dijital alana geçirilmesi buna bir örnek. Yine bir fikirden, yine bir beyaz kağıttan başlanıyor. O yüzden herkese tavsiye ederim, Mad Men seyretsinler. Çünkü o dönemdeki Amerikan toplumunun halet-i ruhiyesini çok iyi veren bir dizi. Onu görmek lazım. İlginç olan ben bu dönemleri yaşadım, çünkü Manajans Thompson’daki patronumuz 3-4 yıl J. Walter Thompson’da çalışmıştı. Dolayısıyla New York’un bütün alışkanlıkları buraya gelmişti. Müşteri gelir, bir toplantı yapılır ve bir tane ilan gösterilir. 3 cümlede bunun stratejik alt yapısı ve izahı yapılır, ondan sonra da bir tane ilan gösterilir ve gider. Şimdi bugünkü sunumlara bakıyorum, bence hangisi doğru, o günkü doğruydu.
EAS: Çünkü fikri satıyorsunuz, bunu illa tüm mecralara uygulamak gerekmiyor. İşin süsü aslında bu.
JM: Evet. Şimdi bütün duvarlar dolduruluyor, bir israfı, fikir israfını özellikle ölçmenin imkanı yok ve bence gerek de yok.
EAS: Peki burada sistem nasıl işliyor. Fikri mi sunuyorsunuz sadece yoksa onu outdoor’undan tutun da banner’ına kadar olan tüm sürece çalışıyor musunuz?
JM: Sunumuna bağlı. Konkur sunumlarında bütün bunlar talep ediliyor. Bana kalsa, hiçbir konkura katılmayacağız. Ama beni dinlemiyorlar zaten, onlar bildiklerini okuyorlar. Ben karışmıyorum ajansın günlük idaresine. Ama işin seyrini de çok sağlıklı görmüyorum. Yazık.
EAS: Genelde ödüllük işlerle ilgili olarak bunların ‘ghost’ ilanlar olduğuna dair bir takım spekülasyonlar çıkıyor reklam sektöründe. Bu işlerin kimsenin görmediği, ufak tefek bir takım yayın organlarında yayınlanarak yarışmalara gönderildiği iddialar arasında önemli bir yer tutuyor.
JM: Bunların %90’ı ghost ilan zaten.
EAS: Ne diyorsunuz bu konuda?
JM: Ne diyeyim. Rezalet. Cannes meseleleri beni çok üzüyor çünkü bu bence reklamcılık değil. Yalnız Cannes değil, bütün bu alandaki yarışmalar. Şöyle söylemek lazım, çok da radikal şekilde eleştirmek de doğru değil. İşin başında, yani on yıldan fazla oluyor, önce bu işe karşı çıktım. Şöyle ki, bir yarışma yapılıyor, içinde hiç kimsenin görmediği 3-5 tane ilan oluyor. Olur mu öyle şey dedik? Ondan sonra bu işin olabileceğine kanaat getirdim. Madem bu işteki kreativite bazı nedenlerle, ki bu reklamverenin cesaretinden tutun, bu alanda risk almama inancına kadar uzanan bir spektrum, yayınlanmıyor, bu tip iyi fikirlerin yayınlanmasında fayda var. Dolayısıyla bu bir vesiledir. Fakat iş zamanla seyir değişitirdi. O zamanlar ilanların %5’i ghost iken, birdenbire yarısından fazlasına yükseldi. O zaman bütün yıl ghost ilan yapmaya çalışan topluluk oluştu.
EAS: Özellikle yarışmalardan üç ay önceden başlayan bir süreç bu.
JM:Tabii, tabii. Şimdi burada bence çok ciddi bir fikir israfı var. Zaman israfı var. Hele bizim ülkemizdeki reklamcılık sektörünün böyle bir lüksü olmadığına inanıyorum.
EAS: Ödül bir reklamcı için niye önemli?
JM: Ödül herkes için önemli bir şey. Şu anlamda, yaptığınız bir işin takdir edildiğini görmek güzel. Dolayısıyla bu alanda çalışanların bu şekilde takdir edilmesi onlara moral, bir destek, bir şey veriyor. Herkes için güzel bir şey ödül. Ama benim şansım, bu sektörde çok uzun yıllar yaşamış ve takdir beklemeyen biri için tabii aynı önemi taşımıyor. O yüzden rahat bir şekilde konuşabiliyorum. Bu genç arkadaşların da o kadar bu işin peşinden koşmamaları gerektiğini de hatırlatmaya çalışıyorum. Mesele orada değil, iyi iş zaten kabul görür, ödüllendirilir, takdir edilir. Onlar iyi iş yapmaya çalışsınlar. Yarışmalara ghost ilan yapmak yerine, onu yapsınlar. Kendi arkadaşlarıma da aynı şeyi söylüyorum. Dinleyen dinleyecek, düzeni değiştiremem.
EAS: Sizce bir reklamcı aldığı ödüllerle mi başarılıdır, yoksa çalıştığı başarılı kampanyalarla mı?
JM: Kesinlikle yaptığı kampanyalarla.
EAS: İyi reklamı tek cümleyle anlatmanız gerekirse?
JM: İnsanı harekete geçiren reklam. İnsanı harekete geçiren fikir. Bu, harekete geçirmenin en uç noktası satın almaya kadar gider, ama onun kafasında bir kıvılcım çakmaya kadar da uzanır.
EAS: Medina Turgul DDB’nin ilk kuruluşundan bu yana en öne çıkan özelliği ne oldu? Ajansın şu anki duruşundan ve yapısından memnun musunuz?
JM: Memnunum evet. Bence burası büyük bir ajans ve büyük bir topluluk olması itibariyle daha ilk yıllarda bir kurum olmaya doğru harekete geçti. Çünkü önünde sonunda bu sektörde çok ajansız, herkes iş yapıyor ama herkesin bir iş yapma şekli var. Bence metodoloji önemli bir şey. Ve bu metodoloi aslında sistemli çalışma, disiplinli çalışma anlamına geliyor. Disiplinli bir çalışmayı yürütmediğiniz takdirde bir takım problemlere çözüm bulmak çok zorlaşır, hatta ve hatta riskli hale gelir. Bugün iyi reklam, yani iyi iletişim her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Çok ciddi bir rekabet pazarı var, iletişim alanında değil, bütün sektörler bazında. Dolayısıyla bu markalar arasındaki o küçük nüansları, algı farklılıklarını oluşturacak olan birimleri oluşturmak çok disiplinli bir çalışma gerektiriyor. Akti takdirde risk faktörünü artırırsınız, bence bu riski kaldıracak bir meta değil.
Çalışanlarınızın çalıştığı ortamdan memnun olmasını nasıl sağlıyorsunuz?
JM: Bunun bir kaç nedeni var. Birincisi iyi örgütlü topluluklarda insanların bir takım yaslanabilecekleri alanlar vardır. Ben bu sektörde çok iyi biliyorum, bir çok yerde arkadaşlarım hafif başıboş kaldıkları için onun huzursuzluğunu, endişesini taşıyorlar. Ikincisi çalışma ortamları çok önemli. Ki ülkemizin birçok ajansı da iyi ortamlara sahip. Ama bu ortamın da biraz insanın içini açması, yani uçuk kaçık ortamlardan bahsetmiyorum, yanlış anlaşılmasın, fakat öyle bir şey olması lazım ki fikir düşünen insanın, bir fikirden oluşmuş ortamın içinde yaşamasının bence ciddi faydası var. Artı buradaki düzende birçok başka kurumda olduğundan farklı olarak insanlar iyi arkadaşlar, iyi anlaşıyorlar birbirleriyle. Burada böyle kavga, patırtı, gürültü pek olmaz. Zaten sistem bunun dışında olan ruh hastalarını ayıklıyor. Kendi kendine ayıklıyor. Bizim bir şey yapmamıza gerek yok. Bence bir başarı varsa oradadır. Sonuçta herkes iyi iş yapıyor.
EAS: Bill Bernbach’ın şöyle bi lafı var: “İnsanları hemen fark edecekleri bir reklamla öyle etkilemelisiniz ki, bu hiçbir zaman belleklerinden çıkmamalı.” Siz yarattığınız kampanyalarla bunu başardığınıza inanıyor musunuz?
JM: Kesinlikle hayır. Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki sabah sizi uyandıran çalar saat değil de radyoysa ilk o anda bir takım mesaj bombardımanlarına tabi tutuluyorsunuz. Ve bu, gece yatmanıza kadar devam ediyor. Üstelik bunu 15 sene önce de söylüyorduk, ama bugün bu web alanı, yani dijital dünya insanlarının artık şu cep telefonuyla yatıp kalkmalarından dolayı sürekli bir mesaj bombardımanıyla yaşamanıza neden oluyor. Ama sadece bir tanesi belleğinizde sürekli yer etmez tabii ki.
EAS: Ama sonuçta belleklerde yer almış reklam yapmışsınızdır tabii ki. Mesela İş Bankası’nın Atatürk ve çocuk reklamı.
JM: Evet, tek tük oluyor ama sürekli bunu yaratmak mümkün değil tabii.
EAS: Kariyeriniz boyunca sizi etkileyen reklam insanları oldu mu?
JM: Beni etkileyen adam Bernbach oldu. Neden? Çünkü reklamcılığın beşiği Amerika’da adam, o kadar köhnenmiş ve nasırlaşmış bir anlayışı bir anda devirdi. Nasıl? Bir fikirle. Demek ki bir fikirle çok şey değişebiliyor. Bunu yapan da bu adam. Dolayısıyla bu etkileyici. Yoksa iyi işler yapan yüzlerce insan var. Ama bu adam bir devrim yarattı sonuçta.
EAS: Yurtdışına gore buradaki reklam anlayışı biraz ‘safe’ mi kalıyor?
JM: Bence Türkiye’deki reklam anlayışı gerek stratejik olarak, gerekse uygulama ve kreatif olarak dünya ortalamasının çok üzerinde. Bence bugün Avrupa ülkeleriyle neredeyse başabaş gidiyoruz, bir çoğuyla. İngilizlerin belirli alanlarda çok güçlü oldukları yerler vardır, İtalyanlar bir zamanlar çok iyi işler yapıyorlardı ama şimdi o kadar iyi değil. Biraz ekonomiyle ilgili. İspanyolların çok iyi işleri vardı ama bugün İspanya’dan geri kalan hiçbir şeyimiz yok.
EAS: Peki sizce biz cesur muyuz?
JM: Çok cesuruz.
EAS: Tabularımız var ve bu reklamcılığı da etkileyen bir unsur.
JM: Var tabii ama tabuları kırmak bizim işimiz değil. Çünkü önünde sonunda genel bir anlayışa ve toplumun hilafına ticari bir iletişim yapmak doğru değil. Çünkü keyfimizden ve zevkimizden yapmıyoruz bunu. Bir amaç uğruna yapıyoruz. Öbür türlü sinema filmi yaparız, ne istiyorsak yaparız. İsteyen gelir görür, istemeyen gelmez.
EAS: Sosyal medyanın farklı farklı platformların ortaya çıkışıyla doğru orantılı olarak son yıllardaki büyük yükselişi, dijital reklamcılığın başarısını tetikleyen en önemli unsurlardan. Bunu neye bağlıyorsunuz? İnternetin artık hemen her evde olmasına mı, insanların eskisine göre daha çok sosyalleşmesine mi, yoksa, iletişim profesyonellerinin yaratıcılığına mı?
JM: Ben buna aslında başka bir açıdan bakıyorum. Yani genelde teknolojinin yol açtığı imkanlardan ibaret çünkü önünde sonunda bu yolu açılan alanda insanlar farklı bir yaşam sürdürmeye başlıyorlar. Şimdi yumurta mı, tavuk mu hikayesi burada da ortaya çıkıyor. Ama şunun ortaya çıkmasıyla (telefonunu gösteriyor) önce özellikle Türk milletinin bunu kulağına yapıştırdığını gördük, bugün kulağa yapışmanın çok ötesinde bir durum var. Özellikle genç kitleye baktığımız zaman, onların sürekli parmakları oynuyor. Hem de büyük bir süratle oynuyor. Ben gözlüğümü takmak durumunda kalıyorum çünkü çok küçük. (Gülüyor) O yüzden bunu aldım (iPad’ini gösteriyor). Hayatımı kurtarıyor bu iPad. Laptoplar da bitti, her şey burada. Kocaman kocaman yazabiliyorsunuz. Dolayısıyla web alanı mı, yoksa sosyal medya mı, bunlar her gün farklı şekillerde karşımıza çıkacak kavramlar. Ama önünde sonunda bir yaşam şeklinden söz ediyoruz. Bu yaşam şeklini tetikleyen tabii ki bu bir takım teknolojik unsurlar. Ama onların tetiklediği ve insanların yaşamını tetikleyen başka teknolojik ilerlemeler oluyor. Dolayısıyla bu zincirleme bir mesele.
EAS: Peki sizce reklamcılık anlayışı değişecek mi ileride? Mesela iPad’de ilanlar hareketli olarak yapılıyor. Print anlayışı değişir mi sizce?
Buna cevap vermek zor. Tabii ki de değişecek. Muazzam bir metamorfozdan geçiyor bütün yapı. Ama önemli olan bir fikirden yola çıkmak. Bu fikri insanların en çok bulunduğu alanlara taşıma yolunu buluyoruz. Şuraya doğru kayıyorlarsa buraya uyguluyoruz. Gazeteyse gazete. Gazetenin kolay kolay ortadan kalkmasını bekleyemeyiz.
EAS: New York Times bir süre sonra tamamen dijitale geçecekmiş mesela.
JM: Tabii geçecekler. Ama onu da zaman zaman basacaklardır. Ya da bir yolu bulanacaktır. Ele alınan gazete alışkanlığını bir anda yıkmak mümkün değil.
EAS: Belki 20 sene sonra diyebilirim bunu. Çünkü şu anda çok genç olan ve internet doğup büyüyen çocuklar, ileride gazeteyi elbette ki dijitalden okumayı tercih edeceklerdir çünkü alışkanlıkları bu yönde. E-dergileri okuyorlar, cep telefonlarıyla yaşayıp, bütün gün internetteler. O yüzden basılı mecranın uzun soluklu olabileceğini düşünmüyorum ben de.
(Yukarıdaki üç fotoğraf Medina Turgul DDB’nin sitesinden alınmıştır.)
EAS: Tribal DDB’den bahsedelim biraz da. Manadigital’le birleştiniz. Nasıl bir süreçti?
JM: Sistemi kendimiz mi kuralım, yoksa varolan bir sistemi mi geliştirelim dedik. Çünkü Tribal DDB zaten dünyanın en büyükleri arasında yer alıyor. Bir süre araştırdıktan sonra piyasadaki en iyi set-up kim diye bakındık. Bu arkadaşlarımızın olduğunu tespit edip anlaştık.
EAS: Sosyal medyayla aranız nasıl? Twitter veya Facebook gibi platformları kullanıyor musunuz?
JM: Çok iyi değil. Çünkü alışkanlıktan sanıyorum, ben daha bireysel takılanlardanım. Yani şimdi dünyada bütün gençlik akımlarının temelinde yatan olay paylaşım. Biz öyle alışmadık. Ben bir fikri paylaşırım, tabii bunu Twitter’da da yapabilirim, Facebook’ta da yapabilirim ama daha ziyade fikirleri duymaktan hoşlandığım için, bir de karşılıklı konuşmada paylaşmayı yeğlediğim için öyle yapıyorum.
EAS: Peki internette zaman geçiriyor musunuz çok? Yoksa sadece iş için mi? Mailinize bakmak gibi?
JM: Günde bir saati aşmaz aslında.
EAS: Medina Turgul DDB’nin en başarılı işi sizce hangisi?
JM: Bir sürü iyi işi var ama bence İş Bankası’nın Atatürk reklamı benim şahsen çok sevdiğim bir iştir. Nostalji olmasından mı bilemiyorum. Büyük bir zevkle çalıştık üzerinde.
EAS: Şimdi buradan bahsedelim biraz. 13 yılı aşkın bir süredir Levent’teydiniz. 2008’de itibaren de Kasımpaşa Tuzamabarı’nda. Burayı seçmenizin nedeni ne?
JM: Levent’teki binamız yıkılacaktı, nasılsa orayı boşaltmamız gerekiyordu. Fakat zaten büyüdükçe artık yeni bir yere geçmemiz şarttı. Ben 10 yıla yakın bir süre ilginç bir yer aradım. Niye derseniz? Bir gökdelenin 28. katında çalışma fikri beni korkunç bir şekilde rahatsız ediyordu. Bir de şeye alerjiğim. Binaların girişlerindeki güvenlik durumuna. Oradaki turnikeler ve metal dedektörleri arasından geçip hüviyetinizi bırakmak falan bunlar beni deli ediyor. Belki biraz abartıyorum ama takıntılıyım sanırım. Bir çok yere de gitmiyorum bu nedenle. Bütün bu tantanadan geçildiği zaman çok aşağılayıcı buluyorum. Onun için öyle bir ortamda çalışma fikri beni rahatsız ediyordu. Ama tabii bulmak da kolay değildi. Bunun için yıllarca aradım. Artık son dakikada yapacak bir şey kalmamıştı, bir yere girmemiz gerekiyordu ve burayı buldum.
EAS: Tarihi dokuya hiçbir şekilde müdahele edilmemiş sanırım.
JM: Evet. Hiçbir taşa dokunulmadı. Metal konstrüksiyonu ve alt yapısı yapıldı sadece. Onun dışında her şey doğal.
EAS: Taşındıktan sonra, semttekiler sizi nasıl karşıladı? Duyduğum kadarıyla semt, ajansla birlikte değişmeye başlamış. Mesela hemen karşınızdaki çay bahçesi ajans çalışanlarının uğrak yeri artık.
JM: Kasımpaşa’yı biraz değiştirdiğimizi görüyorum çünkü daha ilk baştan beri kimsenin yadırgadığını da görmedim. Esnaf da çok sevindi çünkü birdenbire buraya farklı bir hava geldi. Bir de bu insanlar dağılıyorlar Kasımpaşa içine, bu da iyi bir şey. Yanı başımızdaki kahve bayram etti. Şu anda her öğlen millet orada yemek yiyor, bazı toplantılar orada yapılıyor. Müşterilerimizi oraya götürüyoruz. Şehrin ağır abileri, ağır abileri oraya geliyor. Hatta güzel bir anekdot var. Emekli bir hakim, nargilesi ağzında bahçede oturuyor, bakıyor 20 tane kız çıkıyor falan. Bakıp bakıp kahvenin sahibine demiş ki : “Ya çok iyi oldu bunların buraya gelmesi. Kızları da 10 numara.” Sonra en komiği de, Kasımpaşa İskelesi var, Üsküdar-Kasımpaşa motorları çalışıyor. Motorcu bir gün bizim hanımlardan birini durdurup “Ablacım çok afedersiniz soruyorum ama, siz nereye gidiyorsunuz?” demiş.
Bunlar şehrin mozaiğine katkısı olan şeyler. Şimdi kimse yadırgamıyor. Bir de en hoşuma giden şey Tuzambarı markası yaratılıyor olması.
EAS: Evet, ajansın dışında Tuzambarı yazıyor. Medina Turgul DDB değil. Neden?
JM: Çünkü önemli olan kıymetli bir alanın içine kurumunuzu getirip koyduğunuz zaman daha makbul. Dolayısıyla önce alanın değerlenmesi gerekiyor.
EAS: Bir söyleşinizde Tuzambarı’yla ilgili şöyle demişsiniz: ““Dışarı çıkmazsanız, hep içerde kalırsınız. Kendinizi yalıtırsanız, bir süre sonra üretemez hale gelirsiniz. Bu da düşünce ufkunu daraltır. Bu mekanın en büyük özelliği, kapıdan çıktığımız anda kendimizi hayatın içerisinde bulmamız”” Aslında çoğu zaman reklamcılara yöneltilen eleştirilerden biri bu. Halka uzak kalmak. Sizce plaza reklamcılığı diye bir tabir var mı? Değişecek mi bu anlayış?
JM: İşin tabirini doğru bulmuyorum belki ama şöyle bir gerçek de var. Levent’te olduğunuz zaman en yakınınızdaki insan hareketliliğini görebileceğiniz yer Kanyon şu anda. Eskiden Levent Çarşı’ydı. Kanyon’la Levent Çarşı’sı arasında ciddi bir fark var. Şimdi kimse gidip de Gültepe tarafında gezmiyor.
Türkiye’nin gerçeği de Kanyon değil. Türkiye’nin gerçeklerinden biri ama o genel gerçeğini konuştuğumuz zaman, ki kitlelerle ilgileniyoruz, o zaman başka bir havanın teneffüs edilmesi lazım. Onun için de biraz Eminönü’ne, Sirkeci’ye, Karaköy’e gitmek lazım. Kasımpaşa’yı gezmek lazım. Haliç’i geçmek lazım. Bunlar faydalı.
EAS: Çok fazla tanımıyoruz aslında insanları.
JM: Evet tanımıyoruz tabii. Â O zaman işte bu hoşumuza gitmeyen plaza reklamcılığı tabiri kullanılmaya başlanıyor ve bu da mesleğimiz adına biraz üzücü. Çünkü reklamcılık öyle olmaz. Amerika’da plaza reklamcılığı yapıyorlar ama Amerika’nın sosyal anlayışı, yani genel anlayışı Türkiye gibi çok büyük farklılıklar göstermiyor. Batı toplumlarında özellikle burjuvazinin çok ilerlemiş olduğu, çoğunlukta olduğu toplumlarda böyle bir sorun yok. Bizde var.
EAS: Çok teşekkürler.
Fotoğraflar: Mesut Uğurlu
Röportajı ayarlayan güzel insan: İrem Erman
© Elma+Alt+Shift 2010 Kasım
Röportajda kullanılan tüm materyaller yazarın izni olmadan başka bir basılı basın organında kullanılamaz. Yazıyı kullanacak internet siteleri ancak kaynak vererek kullanabilirler.